top of page

Ördeksiz

  • Yazarın fotoğrafı: Badel Deniz Kenet
    Badel Deniz Kenet
  • 7 Tem 2020
  • 5 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 11 Tem 2020

Büyük Savaş’ın askerleri, demircinin köyüne uğradığında, ellerindeki her şeyi aldılar.

Yiyeceklerini, giyeceklerini, hayvanlarını ve köyün genç erkeklerini toplamışlardı. Savaş öyle şiddetli, öyle hızlı yayılıyordu ki civar köyler birer birer boşalıyordu. Artık yalnızca genç erkekleri değil, eli silah tutabilen herkesi genç veya yaşlı ayırmadan seçiyorlardı. Demircinin köyünde de çocuklar ve kadınlar haricinde yalnızca cüceler ve topallar gibi toplumun hor görülen kesiminden erkekler kalmıştı. Demirci ne cüceydi ne de topal. Fiziksel olarak bir kusur olduğu söylenemezdi. Yalnız bir gözü, seneler önce henüz genç bir demirci çırağı iken gözüne sıçrayan kordan yanmış, kapanmıştı. Kimse kör bir adamı yanında götürüp savaşa sürüklemek istememiş olacak ve hatta bundan bir çıkar sağlamaktan çok zararı dokunacağına inanmışlardı. Bu yüzden ona dokunmamış, köyünde kalmasına izin vermişlerdi.


Vadinin ve sonsuz ormanların ardında, kızıl gölün büyük yatağının diğer yakasında savaş sürüyordu. Kimse kimin kazanıyor olduğunu da olabileceğini de söyleyemiyordu. Köylü kadınlar, uzun zaman önce gidip de ancak dört ayda bir mektup alabildikleri eşlerinden ümitlerini kesmişlerdi. Artık ne haberciler gönderiliyor, ne gezginler köye uğruyordu. Köy tamamen içine kapanık, mutlak sessizliğe gömülü bir batığa dönmüştü. Gölün dibindeki bir kayık gibi günden güne çürüyor, çürüdükçe daha da batıyordu. Kadınların bir zamanlar burun kıvırdıkları cüceler bile artık onlar için hoş birer eşlikçi olmuştu. Çocuklar çoktan büyümüştü. Buna rağmen son toplamadan beri kimse gelmemişti onlar için.


Savaşın nihayet son buluyor olduğuna dair bir dedikodu yayıldı köye günlerden bir gün. Sebebi söylentiye göre bir hastalıktı. Kimse kaynağını bilmiyordu ama söylenti çoktan ağızdan ağıza yerleşmişti. İlk duyan demirciydi. Demirci, artık fırıncı olan cücelerden birine söylemiş, o da topal muhtara iletmiş sonunda herkes, hastalıktan haberdar olmuştu. Beyaz hastalık diyorlardı. Nasıl bulaştığını bilmedikleri, kör edici bir hastalıktı bu. Hastalananların gözleri beyaz-gri bir irinle kapanıyor, kör ediyordu. Kimine göre sudan bulaşıyordu çünkü cesetleri gömecek ne yerleri ne de zamanları olan ordular, onları denizlere, göllere ve hatta nehirlere atar olmuşlardı. Bazısına göreyse toprak, bunca kanı ve eti sindiremez hale gelmişti ve artık savaşın tüm o pisliğini geri kusuyordu. Daha kuzeyde olan ordular ise büyük buz oluklarının içine sokuyorlardı katı bedenleri. Koku olmuyordu belki ama moraran bedenlerin yanında kamp kurup uyumak imkansızlaşıyor, her geçen gün birileri aklını kaçırma noktasına geliyordu. Yani hastalığı bir tür delilik hali olarak kabul edenler de vardı.


Tüm bu söylentiler, o zamanlar köye oldukça uzak ve ürkütücü savaş hikayeleri gibi geliyordu. Köylünün kendi korkuları, kendi endişeleri vardı. Kalan son büyük baş hayvanlarına da toplama zamanı el konulmuştu. Yalnızca hayatta kalabilmek, güçsüz düşmemek için ısrarla ellerinde tutmaya çalıştıkları tavukları ve birkaç keçisi vardı tüm köyün. Keçi artık süt veremez hale gelip de iyice yaşlanınca onu da kestiler zaten. Köylü ekip biçtiğini kendi arasında paylaşıyordu. Sevinebilecekleri tek bir şeyleri vardı ellerinde ki açlıklarını ancak böyle avutuyorlardı. Köyün küçük de olsa bir gölü vardı. Zaman zaman balık tutuyorlardı ama oldukça küçük balıklardı bunlar. Çocukları doyurmaya bile ancak yetiyordu. Fakat ördekler vardı. Tüm bu kıtlık ve hastalık zamanına rağmen iri, tombul ördekler. Yeşil boyunları gün ışığında parıl parıl parlar, biçimli gagaları gün batımından turuncu olurdu. Demirci, gücü kuvveti yerinde bir adamdı. Köyden birkaç adamla birlikte ava çıkar, ellerinde kalan üç eski tüfekle nişan aldılar mı mutlaka isabet ettirirlerdi. Büyük kazanlarla birlikte pişirilirdi bu ördekler. O zamanlar eski günlerdeki karnaval zamanları gibi şen olurdu köy. İnsanlar o kadar uzun süre yokluk görmüşlerdi ki ellerindeki bu benzersiz zenginliğin değerini bilemediler, çabucak tükettiler. Hissettikleri tüm o güzel hisler ve paylaşımlar da tüketildi böylelikle. Artık sadece demircinin gidip avlanması yetiyordu. Gölde neredeyse hiç ördek kalmamıştı. Üstüne üstlük bütün balıklar da nehir yukarı yüzerek göç etmişti.


Demirci sanki mucizevi bir şekilde geri döneceklermiş gibi ördekleri bekler oldu. Göl kenarında kendine bir kulübe yapmış, köye nadiren çıkar olmuştu. Ara ara köyün gençleri ile gölün yakınındaki ormanda karşılaşıyordu. Orman da göl gibi boşalmıştı sanki. Nadiren bir iki zayıf tavşan yakalayabiliyorlardı kuytulara yerleştirdikleri tuzaklarla, onu da daha çok kürkü için avlıyorlardı gençler.

Bir sabah, günün oldukça erken saatlerinde gölden gelen şapırtı sesleriyle uyandı demirci. Gölde, şimdiye dek görmediği güzellikte ve bembeyaz renkte bir ördek yüzmekteydi. Yere ilk düşen kar gibi incecik, parıl parıl ve beyaz renkteki kanatlarını arkasına toplamıştı. Boynundaki altın sarısı tüyler ıslanmış, gün ışığında ışıldıyordu.Sanki yüzdüğü suyu bile temizlemiş, büyülemişti.

Demirci ördeğe dokunmadı. Ona, sanki yasak bir meyveymiş gibi imrenerek bakıyor ama asla dokunabileceği yakınlığa yanaşmıyordu. Demircinin gölde, beyaz gagalı ve beyaz gövdeli ördeği seyrederek geçirdiği günlerde, hastalık çoktan köye de uğramıştı. Ama demirci bunu ancak mevsimlik erzağını almak için köye gittiği vakit öğrenecekti.


Tüm köy hastalığa tutulmuştu. Güzelliği görebildiklerini söyleyen o kibirli köylü kadınlar, nihayet gözlerin onları fark ederek ve tiksinmeden farklı bir duyguyla baktığına inanan cüceler, bu dünyada her şeyi gördüklerine inanan yaşlılar ve gördükleriyle yetinmek zorunda kalan gençler; hepsi kör olmuştu. Yalnız demircinin vardı hala gören bir gözü. Tüm köyde tek bir göz vardı artık. Herkes demircinin eline bakar olmuştu. Tarlaların ekilip biçilmesi işini bile birkaç ayak parmağı kaybettikten sonra ona bıraktılar. Gençlerin av bölgelerini demirciye anlatmak zorunda kaldılar ki pek kolay olmadı bu. Hala eski bir el alışkanlığı olacak, yönleri işaretle gösteriyorlardı.

Demirci o pek sevdiği kulübesine, birkaç parça giysisini almak için bile uğrayamıyordu. Her an, her yerde bir göze, gören o tek göze ihtiyaç oluyordu. Ama onun gözü, baktığı her yerde o beyaz ördeği görmeyi umuyordu. Onun o gösterişli, etkileyici beyaz tüylerini kaldırarak kanat çırpışını görebilmeyi umuyordu. Bir nedenden onun da kendisini beklediğine inanmıştı ve bu da köyde geçirdiği zamanı daha bir çekilmez kılıyordu.


Zamanla köylü halk içine girdikleri bu kıpırtısız karanlığa alıştı. Ilık bir suya girer gibi yavaş yavaş ona teslim oldular ve etraflarını sardığını kabul ettiler. Yavaş yavaş kendi başlarının çaresine bakmayı öğrenmeye başladılar. Önce ev işlerini yaparak başladılar.


Demirci, evlerden birinin yanından geçerken, kadınlardan birinin yastıklarını doldurduğunu gördü. Zayıf, çökkün görünüşlü kadın, balkonunda oturmuş, keten kılıfın içine gerçek olamayacak kadar parlak, kar beyazı tüyler dolduruyordu. Rüzgarın savurduğu havadan daha hafif tüyler demircinin kucağına savruldu.

Demircinin tüm bu zaman boyunca çektiği yorgunluk, büsbütün terk etti onu birden bire. Yanına dönmek için kıvrandığı o beyaz ördek yalnızca ona ait değildi, onu özel kılmıyordu. Körlüğe teslim olmuş tüm bu köyden tek bir kişinin dahi suya girip de beyaz ördeği yakalaması imkansızdı. Başka ördekler olmalıydı daha öncesinde. Öyleyse demircinin görkemli ve yalnızca ona ait olan ördeği, beyaz ördek sürüsünün sonuncususu olmalıydı. Bunca kör göz, belli ki ondan çok daha önce görmüştü bu nadide güzelliği. Keşfedilmiş, paylaşılmış, çoktan tüketilmiş bir güzellikti demircinin tapındığı.

Tek nefeste koştu göle kadar. Beyaz ördek gün batımında bir silüetten ibaret, suyun üstünde süzülüyordu. Demirci gitti ve kopardı yasak elmayı. Ördeği, akşam, kulübesinin önünde yaktığı kamp ateşinde ve binbir özenle hazırladığı yer sofrasında, her bir lokmadan zevk duyarak yedi. İri, sulu lokmalar boğazından kaydıkça, dünyası usul usul karardı görebildiği o tek pencereden. Körlüğün sunduğu o derin karanlıkta mahkumiyet yaşamıyordu. Son lokmasına kadar sadece ağzıyla görüyor, hissediyor ve hatta duyuyordu. Uzaklardaki savaşın şiddetini, bilinmez ormanlardaki türlü yaratığın sesini, çölleri aşan gezginlerin terle karışık o yoğun kokusunu ve uzak vadilerden esip yüzüne çarpan rüzgarın nefesini…


Körlüğünün sabahında, köye bir mektup geldi. Savaşın nihayet bittiği yazıyordu.

Ama kimsenin bundan haberi olmadı.


Badel Deniz Kenet

Comentários


bottom of page